29 Ekim 2010 Cuma

AY VE ALTI PENİ - SOMERSET MAUGHAM

AY VE ALTI PENİ
SOMERSET MAUGHAM
ÖZGÜN ADI : THE MOON AND THE SIXPENCE
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
ÇEVİREN: EBRU GÜNER
BİRİNCİ BASIM EYLÜL 2001


-ARKA YAZI-
Kalabalığın içinde dikkat çekmeyen, sıradan bir adamdır Charles Strickland. Tanıyanlar ondan büyük işler beklemez. Kimse onun bir dahi olabileceğini aklının ucundan geçirmez. Ancak Charles'ın büyük bir tutkusu vardır: resim yapmak... Bunun için evini, karısını ve çocuklarını terk eder. Paris'te ufacık bir stüdyoda dur durak bilmeksizin çalışır, çalışır; sayısız resim yapar, üstelik resimlerini sergilemeyi şiddetle reddeder. Sonunda uzun bir yolculuğa çıkar; gözlerini kaybeder ama fırçayı elinden bırakmaz, resim yapmaya devam eder. Somerset Maugham Ay ve Altı Peni'yi yazarken ünlü ressam Paul Gaugun'in yaşamından esinlenmiş. Bu güzel roman, okuruna sanat tutkusunun ne yüce bir tutku olduğunu düşündürüyor; yaratma güdüsünün sıradan bir yaşamı nasıl da kolayca altüst edebileceğini anlatıyor.



-KİTAPLA İLGİLİ NOTLARIM-

Kitabın başlı başına en büyük sorunlarından biri edebi bir dilden biraz yoksun olması. Biraz diyorum çünkü yazarın yer ve kişi betimlemelerinde tanımlamaya çalıştığı görselliği ya da duyguyu, düşünceyi okuyucuya geçirebilmek için büyük bir çaba sarf ettiğini görüyor insan kitabı okurken. Ayrıca edebi dilden yoksun olan birçok kitabın bu durumu saklamaya çalışırken yaptığı gibi okuyucuyu heyecanın kucağına atmaya çalışan ya da şaşırtıcı diyaloglarla etkilemeye çalışan bir ikiyüzlülüğü yok.


Diğer sorunu ise kurgu, aslında buna bir sorun da diyemeyiz. Çünkü yazar tabii ki bütün hikâyeyi başından başlayıp zamanda atlamalar ve geriye dönüşler yapmadan düz bir çizgide anlatmayı seçebilir. Ancak yazar romanın bir yerinde bu durumdan hoşnut olmadığını belirtme ihtiyacı duyuyor nedense. Sanki kitabın o kısma kadar ki yazdıklarından hoşnut değilmiş gibi bir açıklama yapmaya çalışıyor. Ve "bu bir roman olsaydı Charles Strickland'i okuyucunun karşısına ölümünün eşiğinde çıkarıp hikayeyi geriye doğru anlatırdım" diyor. Okuyucu üzerinde etkili olamama kaygısı görüyorum ben bu satırlarda ve o dönemin edebi havasında yeni edebiyat akımları türerken sade bir dil seçtiği için bu tarz bir özür dileme yoluna gitmesini  normal buluyorum.

Öte yandan kitabın asıl derdini iyi anlattığını düşünüyorum. “ Önüne geçilemeyen yaratma tutkusu  sıradan bir insanın hayatını ve kişiliğini nasıl etkiler, nasıl değiştirir” i Charles Strickland’in hayatı üzerinden anlatmayı gayet iyi başarmış. Charles Strickland’le olan anılarının yanı sıra başka ağızlardan onunla ilgili hikayeler, bu hikayeleri anlatan kişiler, bu kişilerin kendi hikayeleri, bunların hepsi gerçek, kanlı canlı bir biçimde yansımış yazarın satırlarına. Öte yandan yazar bu hikayelerin arasında yaratmanın gücü, estetiği, çeşitliliği üzerine olan yorumları; insan doğası ve kadın-erkek ilişkileri üzerine tespitleriyle eserini  bir biyografi olmaktan çıkarıp “roman” a dönüştürmüş, yine de bunun bir roman olmadığını söyleyip  bir şekilde kendini yalanlayarak…



ARZU UÇAR

11 Ekim 2010 Pazartesi

mutsuzluk ki elde edilmesi en kolay...

Yığınla, rengarenk, şekerlemelere benzer renkleriyle, delilikten bozma neşeleriyle, bütün iyi niyetiyle, bütün boşvermişliğiyle, bütün sevgisi ve bütün özlemiyle, kalbini açıp bir şeyler söylemeye çalıştı ona ARİA. O buz gibi soğuk, taştan oyulmuş heykel Aria'nın tüm bu söylediklerini gereksiz ve yersiz buldu, "daha ciddi olunuz" deyip yüzünü döndü Aria'ya. Aria duyduklarına inanamadı bir an, çünkü bu heykeli bulduğunda yeryüzünde en çok kendisine ihtiyacı olanın bu taştan oyulmuş heykel olduğunu düşünmüştü. Aria henüz küçücük bir kızdı, elleri ufacıktı, parmaklarıyla heykelin yüzüne dokunmaya ve onun bu olumsuz ifadesini elleriyle yoklamaya çalıştı, önce boyu yetişmedi ona, sonra heykelin yanındaki taştan levhaya çıkıp denedi aynı şeyi. Dokundu heykelin yüzüne, gerçekti, heykel büyük bir kibirle Aria'nın sırtını sıvazladı ve ona aşağı inmezse düşeceğini söyledi.

Aria anlamıştı, heykelin artık ona ihtiyacı yoktu, belki de heykel Aria onu bulduğunda hissettiği tüm yalnızlığından, Aria'nın gelişine sevindiği zamanlardan, bu parkın bahçesinde geçirdiği bütün soğuk gecelerde Aria'yı düşünmekten ve Aria gündüzleri ona geldiğinde bunu ona coşkuyla anlatmaktan, Aria'ya bir zamanlar duyduğu özlemden utanıyordu...

Yapacak bir şey yoktu, Aria indi taş levhadan, heykelin önüne sunduğu bütün hayali şekerlemelerini, bütün neşelerini, ona vermek istediği herşeyi teker teker topladı yerden. Aria'nın elleriyle havayı avuçlayıp, görünmez cisimleri çantasına doldurmasını bir süre şaşkınlıkla izledi heykel. Sonra homurdanarak, huzursuzca etrafına baktı.

- Kimseye rezil olmadınız, korkmayın; dedi Aria.

Heykel anlamıyormuş gibi umursamazlıkla havaya baktı.

Aria ise heykele arkasını döndü ve yürümeye başladı, heykel Aria'nın hoşçakal demeyecek kadar nezaket kurallarından bihaber olduğunu, yüzyıllardır söylenegelen görgü savsatalarını bir homurtuyla tekrarladı durdu. Aria dönüp ona cevap veremedi, utanmadan gözyaşlarını akıttı yollara, rezil olabileceği kimseleri düşünmedi. Kimse de onu önemsemedi zaten, kendi halinde önemsiz bir insancık ve o taştan heykelin olağan taşlığına üzülüp duruyor hala...

Heykelden ise haber alınamadı...

ARZU UÇAR