27 Temmuz 2011 Çarşamba

AYNI KAPAK

 














13-14 yaşındaydım Nazlı Eray'ı ilk okuduğumda, Hazır Dünya'nın bu yayınevinden çıkan baskısı vardı elimde. Bugün tesadüfen internette Peride Celal'in bu kitabını görünce "herhalde dedim çok modaymış bu resim o aralar."

20 Aralık 2010 Pazartesi

ALES YA DA DİĞER BİR ADIYLA BIG BROTHER IS WATCHING YOU!

Dün sabah girdiğim sınav ales miydi yoksa yanlışlıkla askeri bir denetlemeye mi tabi tutuldum diye hala düşünmekteyim. Hadi sınav salonuna cep telefonu, elektronik eşya sokmuyorsunuz onu anladık da insan anahtarını nereye bırakıp gelsin yani, ayrıca sınavda anahtarla ne gibi bir anarşist eyleme geçebilirim? "Anahtarınızı neyinizi çantanıza koyun biz çantanızı emanete alacaz" deyip koridorda yerlere bıraktırmalarına mı yoksa güvenlik önlemi olarak "ismini bir kağıda yaz, çantanın üstüne koy" gibi "dahiyane" bir buluşa binlerce insanı dahil etmelerine mi yanayım bilemedim...

Hele o her sıranın üzerine bıraktıkları kalem, silgi, kalemtraş ve olipslerin hastası oldum. Kendi kalemime gitti elim ama yok dediler o da yasak, bunlarla işaretleyeceksin. Son olarak diğer görevli arkadaşına beni göstererek "arkadaşın kolunda saat var, onu biz alalım sınav boyunca, çünkü yasak" deyip saatimi de çıkarttıran bayan görevliye ve sınav boyunca anlamsız bir şekilde daracık sıra aralarından milleti rahatsız ederek geçmek suretiyle dolaşıp duran, dünyanın en önemli işini yaptığını zanneden diğer görevliye selamlar!

Unutmadan arka sıramda sınava giren ve sınav boyunca ösym'nin koyduğu 2 olipsi de kıtır kıtır yiyerek insanda ağzının üstüne çarpma refleksi uyandıran genç insan; ösym o olipslerin içine kendi bünyesindeki beyin sıvısından koymuştu, geçmişler olsun!

Ve sayın ösym kutluyorum seni, sayende dün sabah disiplin nedir öğrendim, hizaya girdim, hayatım bir düzene girdi, ne kadar teşekkür etsem az!

Dip Not: Sınava girerken elinizdeki suların etiketlerini çıkarıyorsunuz çünkü ösym reklam almıyor :)

Sevgiler!

ARZU UÇAR

29 Ekim 2010 Cuma

AY VE ALTI PENİ - SOMERSET MAUGHAM

AY VE ALTI PENİ
SOMERSET MAUGHAM
ÖZGÜN ADI : THE MOON AND THE SIXPENCE
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
ÇEVİREN: EBRU GÜNER
BİRİNCİ BASIM EYLÜL 2001


-ARKA YAZI-
Kalabalığın içinde dikkat çekmeyen, sıradan bir adamdır Charles Strickland. Tanıyanlar ondan büyük işler beklemez. Kimse onun bir dahi olabileceğini aklının ucundan geçirmez. Ancak Charles'ın büyük bir tutkusu vardır: resim yapmak... Bunun için evini, karısını ve çocuklarını terk eder. Paris'te ufacık bir stüdyoda dur durak bilmeksizin çalışır, çalışır; sayısız resim yapar, üstelik resimlerini sergilemeyi şiddetle reddeder. Sonunda uzun bir yolculuğa çıkar; gözlerini kaybeder ama fırçayı elinden bırakmaz, resim yapmaya devam eder. Somerset Maugham Ay ve Altı Peni'yi yazarken ünlü ressam Paul Gaugun'in yaşamından esinlenmiş. Bu güzel roman, okuruna sanat tutkusunun ne yüce bir tutku olduğunu düşündürüyor; yaratma güdüsünün sıradan bir yaşamı nasıl da kolayca altüst edebileceğini anlatıyor.



-KİTAPLA İLGİLİ NOTLARIM-

Kitabın başlı başına en büyük sorunlarından biri edebi bir dilden biraz yoksun olması. Biraz diyorum çünkü yazarın yer ve kişi betimlemelerinde tanımlamaya çalıştığı görselliği ya da duyguyu, düşünceyi okuyucuya geçirebilmek için büyük bir çaba sarf ettiğini görüyor insan kitabı okurken. Ayrıca edebi dilden yoksun olan birçok kitabın bu durumu saklamaya çalışırken yaptığı gibi okuyucuyu heyecanın kucağına atmaya çalışan ya da şaşırtıcı diyaloglarla etkilemeye çalışan bir ikiyüzlülüğü yok.


Diğer sorunu ise kurgu, aslında buna bir sorun da diyemeyiz. Çünkü yazar tabii ki bütün hikâyeyi başından başlayıp zamanda atlamalar ve geriye dönüşler yapmadan düz bir çizgide anlatmayı seçebilir. Ancak yazar romanın bir yerinde bu durumdan hoşnut olmadığını belirtme ihtiyacı duyuyor nedense. Sanki kitabın o kısma kadar ki yazdıklarından hoşnut değilmiş gibi bir açıklama yapmaya çalışıyor. Ve "bu bir roman olsaydı Charles Strickland'i okuyucunun karşısına ölümünün eşiğinde çıkarıp hikayeyi geriye doğru anlatırdım" diyor. Okuyucu üzerinde etkili olamama kaygısı görüyorum ben bu satırlarda ve o dönemin edebi havasında yeni edebiyat akımları türerken sade bir dil seçtiği için bu tarz bir özür dileme yoluna gitmesini  normal buluyorum.

Öte yandan kitabın asıl derdini iyi anlattığını düşünüyorum. “ Önüne geçilemeyen yaratma tutkusu  sıradan bir insanın hayatını ve kişiliğini nasıl etkiler, nasıl değiştirir” i Charles Strickland’in hayatı üzerinden anlatmayı gayet iyi başarmış. Charles Strickland’le olan anılarının yanı sıra başka ağızlardan onunla ilgili hikayeler, bu hikayeleri anlatan kişiler, bu kişilerin kendi hikayeleri, bunların hepsi gerçek, kanlı canlı bir biçimde yansımış yazarın satırlarına. Öte yandan yazar bu hikayelerin arasında yaratmanın gücü, estetiği, çeşitliliği üzerine olan yorumları; insan doğası ve kadın-erkek ilişkileri üzerine tespitleriyle eserini  bir biyografi olmaktan çıkarıp “roman” a dönüştürmüş, yine de bunun bir roman olmadığını söyleyip  bir şekilde kendini yalanlayarak…



ARZU UÇAR

11 Ekim 2010 Pazartesi

mutsuzluk ki elde edilmesi en kolay...

Yığınla, rengarenk, şekerlemelere benzer renkleriyle, delilikten bozma neşeleriyle, bütün iyi niyetiyle, bütün boşvermişliğiyle, bütün sevgisi ve bütün özlemiyle, kalbini açıp bir şeyler söylemeye çalıştı ona ARİA. O buz gibi soğuk, taştan oyulmuş heykel Aria'nın tüm bu söylediklerini gereksiz ve yersiz buldu, "daha ciddi olunuz" deyip yüzünü döndü Aria'ya. Aria duyduklarına inanamadı bir an, çünkü bu heykeli bulduğunda yeryüzünde en çok kendisine ihtiyacı olanın bu taştan oyulmuş heykel olduğunu düşünmüştü. Aria henüz küçücük bir kızdı, elleri ufacıktı, parmaklarıyla heykelin yüzüne dokunmaya ve onun bu olumsuz ifadesini elleriyle yoklamaya çalıştı, önce boyu yetişmedi ona, sonra heykelin yanındaki taştan levhaya çıkıp denedi aynı şeyi. Dokundu heykelin yüzüne, gerçekti, heykel büyük bir kibirle Aria'nın sırtını sıvazladı ve ona aşağı inmezse düşeceğini söyledi.

Aria anlamıştı, heykelin artık ona ihtiyacı yoktu, belki de heykel Aria onu bulduğunda hissettiği tüm yalnızlığından, Aria'nın gelişine sevindiği zamanlardan, bu parkın bahçesinde geçirdiği bütün soğuk gecelerde Aria'yı düşünmekten ve Aria gündüzleri ona geldiğinde bunu ona coşkuyla anlatmaktan, Aria'ya bir zamanlar duyduğu özlemden utanıyordu...

Yapacak bir şey yoktu, Aria indi taş levhadan, heykelin önüne sunduğu bütün hayali şekerlemelerini, bütün neşelerini, ona vermek istediği herşeyi teker teker topladı yerden. Aria'nın elleriyle havayı avuçlayıp, görünmez cisimleri çantasına doldurmasını bir süre şaşkınlıkla izledi heykel. Sonra homurdanarak, huzursuzca etrafına baktı.

- Kimseye rezil olmadınız, korkmayın; dedi Aria.

Heykel anlamıyormuş gibi umursamazlıkla havaya baktı.

Aria ise heykele arkasını döndü ve yürümeye başladı, heykel Aria'nın hoşçakal demeyecek kadar nezaket kurallarından bihaber olduğunu, yüzyıllardır söylenegelen görgü savsatalarını bir homurtuyla tekrarladı durdu. Aria dönüp ona cevap veremedi, utanmadan gözyaşlarını akıttı yollara, rezil olabileceği kimseleri düşünmedi. Kimse de onu önemsemedi zaten, kendi halinde önemsiz bir insancık ve o taştan heykelin olağan taşlığına üzülüp duruyor hala...

Heykelden ise haber alınamadı...

ARZU UÇAR

7 Temmuz 2010 Çarşamba

ahh lhasa...


Vaktinden önce bu dünyayı terkeylemiş biri Lhasa de Sela, ben de onu vaktinden geç keşfettim, "kimmiş bu şarkıların sahibi kadın" deyip araştırdığımda onun yakın bir tarihte dünyaya veda ettiğini öğrenmiştim. Bunun üzerine bir mektup yazdım bir dostuma, Lhasa'yla geç tanışmamızın şerefine ve biraz da onun dünyadan gidişine veda niteliğinde...




Bu kadını yeni keşfettim ben, heyecanla hayatını okuyordum ekşi de, hatta ilk yorum şöyleydi :

meksika asıllı, çocukluğunu bi otobüsle göçebe hayatı yaşayarak, şarkı söyleyerek geçirmiş olan, şu an montrealde ikamet etmekte olan, 98 çıkışlı la llorona adlı iç yakıcı bi albüme ve "kucağına bi kıvrılsam da uyusam" dedirten inanılmaz bi sese sahip hüzün küpü, güzel latin kadını.

Sonra son entrylerde 1 ocak 2010'da 38 yaşında kanserden öldüğünü okudum, bir şeyi kaybetmişim gibi geldi bana, oysa geçen sene keşfetseydim onu, şu an yaptığım gibi şarkılarını dinleyip melankolik bir moda girecektim ve sonra bak böyle bir kadın keşfettim, hayatı, tarzı, sesi, şarkıları olağanüstü güzel, ilham verici diyecektim. Ölmeseydi bu kadar özel olacak mıydı, ölüme yüklediğimiz anlamı sorgulattı bu kadın bana. Herkesin değeri öldükten sonra anlaşılır gibi bir klişeyi hakikaten yaşıyor muyuz dedim şarkılarını internette ararken.

Ama sonra fark ettim ki sana gönderdiğim şarkıyı bu kadın söylüyormuş, ben bu şarkıyı aylardır dinliyorum.

Tamam dedim ölmesine gerek yokmuş, bir insanın yeteneğini ölümünde güzelleştirecek kadar sığ değilmişim, ama keşke ölmeseymiş dedirtiyor bana yine de şu an kulaklığımla dinlediğim sesi, güzel bir yol filmine girip orada yaşamak gibi bir hayalin kapılarını açıyor sanki...

Ve bana en ağır gelense bütün bunları hayal edip bir sürü ülke bir sürü insan bir sürü film bir sürü müzikle dolaşırken içinde, hala bu dört duvar arasında hiç inanmadığım, hiç ısınamadığım bir iş yapmaya çalışmak. İçimize hayalleri koyan ne acımasız bir tanrı ki gerçekleştirmemize imkansız uzaklıkta yerlere, yollara fırlatıyor bizi. Ama bir taraftan da içimde bu hayaller olmasaydı, etrafımda bu kadar bıktığım insandan ne farkım kalırdı diyorum, şükrediyorum tanrıya. Ve çoğu zaman neye üzülsem neye sevinsem bilemiyorum.

4 Aralık 2009 Cuma

Niçin sanat yapıyoruz?

Hayat bize ne güzel düşler kurduruyor oysa! Bitmeyen tükenmeyen sayfa sayfa düşler. Düşlerin içine düşünce hayatın karalığını düşünmeye gerek kalmıyor. O kadar gerçek ki hayat ve düşler o kadar yalan ki, bu paradoks içinde hiçbir şey birbirine karışmıyor. O zaman normal insanlar oluyoruz işte. Oysa düşle gerçeği karıştırırsa insan, neyi gerçekten yaşadığını ve neyi hayalinde yarattığını bilemez oluyor. Deli deniyor bunlara ve deliler normallerden ayrıksılaştırılmak için ayrı mecralara kapatılıyorlar. Ve farkında olunmayan bir kısım, normallerle aynı havayı soluyor. Soluduğu havaya nefes alıp verirken düşlerin yalanını karıştırıyor. Normal insanlar yine de etkilenmiyor bundan. Hayata düşü karıştırmadan, ayrı ayrı kaplarda, birbirlerinin düşüne bulaşmadan yaşıyorlar. Oysa birbirimize anlatsaydık düşlerimizi, birbirimize deliliğimizi bulaştıra bulaştıra yaşamı güzelleştirecektik belki. Ama biz yaşamı güzelleştirmek adına sanat yapmaya çalışıyoruz. Kimin için yaptığımızı, nereye gideceğini bilmeden yaratıp duruyoruz. Yanımızdakiyle ilgilenmeden, onun düşlerini bilmeden, kitlelere düş satmaya çalışıyoruz. Doğum yapan kadına "ıkın" demesi gibi ebenin, "ıkının" diyor bize birileri. Bizler de ıkınıp cansız ama yine de ağlayan bebekler doğuruyoruz. Sonra o bebekleri aydın insanlara gösterip ne kadar düşlediğimizi tescil ettiriyoruz. Ve yine yatağımıza yatıp, kendi kendimize düşler kuruyoruz. Yanımızda yatanın ne düşlediğini bilip önemsemeden...

ARZU UÇAR

25 Kasım 2009 Çarşamba

önceki hayatımdan...

Biz sizinle aynıyız madam
Ama bir fark var aramızda
Siz benim kadar güzel acı çekemezsiniz...

Evet madam, benimle konuşmaktasınız şu an
Başka biri olmamı dilerdiniz değil mi
Ne yazık ki değilim
Hem yolumuzda aksi gibi uzun, çok uzun madam
En iyisi susmak...
Nezaketen havadan sudan bahsedecek biri değilim ben madam
Anladım ki siz de değilsiniz
O zaman aramızda huzurlu bir sessizlik başlatabiliriz
Ama bu suskunluğumda ne düşündüğümü merak ederseniz söyleyeyim madam
Sizinle aynı şeyi düşünüyorum
Tabii ki sizi...

Siz kendinizi nasıl düşünürsünüz bilemem ama
Ben sizi ilkel bir istekle düşünüyorum madam
Rüyalarımda etlerinizi çiğnerken görüyorum kendimi
Söylesem size ürkerdiniz
Oysa o kadar güzel yiyorum ki sizi
Canınız çekerdi görseydiniz kendi etinizi...

Sizi arzulayanlar madam...
Bilmezlikten gelmeyin, tevazu oyunlarını sizden daha iyi oynarım ama
Dürüst olalım istiyorum şimdi
Hem şaşıracaksınız ama bana da öyle davrananlar olmuştu bir vakit
Ben yazgımın karasını yüzüme düşürmeden önce...
Ne garip madam
Sanki çok yaşlı gibiyim sizden
Oysa aynı takvim yaprağını gösteriyor doğumlarımız
Ama siz kendinize güzel davranmışsınız
Bense kendimi pek sevmem madam

Ağırlaştı sırtımda yükünüz, uyumuşsunuz
Sizi sırtlayarak taşıdığım bu yolculuk
Daha da yalnız geçecek şimdi
Olsun dert etmeyin
Zaten gittiğimiz yerde bol bol uyuyacağız ikimizde
Yan yana iki kayıkta
Gözlerimizde altın sikkelerle
İşte o zaman tamamen eşit olacağız madam

Ama yine de bir fark var işte
Siz benim kadar güzel ölemezsiniz...

ARZU UÇAR